Çanakkale Gazisi Osman Oğlu İbrahim Çavuş’un Öyküsü

2001 yılında 27 yıllık öğretmenlik hizmetimden sonra emekli oldum. Çanakkale Savaşları konusundaki birikimlerimi şehitliklerimizi ziyarete gelen misafirlerle paylaşmaya ve devamında ziyaretçilerimizin isteği üzerine şehitlerimiz ile ilgili anlatımlarımdan bir kitap oluşturmaya başladım. Ulaşabildiğim arkadaş ve dostlarımdan Çanakkale şehit ve gazileri ile ilgili anı, mektup, fotoğraf ve belgeleri olanlardan bana göndermelerini istedim. Burdur ili, Bucak ilçesinde görev yapan öğretmen arkadaşım Hasan Konu, ilk öğretmenlik yıllarında elde ettiği bir Çanakkale gazisinin mektubunun fotokopisini ve öyküsünü bana gönderdi. Hasan hocam, gazimizin mektubuna ulaşma öyküsünü şöyle yazmıştı;

“Bir gün köy okulunda öğrencilerime ders anlatırken sınıfımın kapısı çalındı, koltuğunun altında mushaf çantasıyla yaşlı bir köylü teyze içeriye girdi.

– “Buyur teyze” dedim. Yaşlı teyze mushaf çantasını açtı, içinden kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’i çıkarıp açarak Osmanlıca yazılı bir kağıdı gösterdi.

– “Hoca efendi, bu kitap bizlere annemizden miras kaldı. İçinden çıkan bu Osmanlıca yazılı kağıdı okuyamadık. Bir yerin tapusu mu, bir vasiyetname mi, yoksa bir mektup mu anlayamadık. Bize okutuverir misin?” dedi. Bu yazılı kağıdı, ilçedeki Osmanlıca çevirmen Hüseyin Amca’ya götürdüm. Hüseyin Amca onu günümüz Türkçesine çevirince, bu yazılı kağıdı getiren yaşlı teyzenin Çanakkale’de savaşan ağabeyi Osmanoğlu İbrahim Çavuş’un cepheden köydeki anne ve babasına yazdığı bir mektup olduğu anlaşıldı. Kahramanımız mektubunda şöyle diyordu:

“Hakikatli validem;

Evvela herkese selam ettikten sonra, saniyen iki ellerinizden öperim, hayır dualarınızı talep ederim. Hamdolsun sıhhatteyim. İnşallah sizler de sıhhattesinizdir. Şu anda Çanakkale Arıburnu’nda düşmanla savaşıyoruz. Bir hafta evvel ayaklarımdan iki kurşun yarası aldım. Sıhhiyeler yaralarımı sardı. Beni merak etmeyiniz. Sıhhatim pek yerindedir. Siperlerde düşmanı bekliyoruz, tez zamanda çıktıkları denizde boğmak üzere onları. Biz Osmanlı askeriyiz, bize bu Osmanlılık birinci padişahımız Osman Gazi’den kalmıştır. Asla geri dönmeyiz. Muharebe ettiğimiz gibi mektup yazmaya elimiz değmiyor. Benim bir mektubuma siz beş mektup yazarak cevap gönderiniz.

Pek kıymetli valideciğim, eğer ben buralardan dönemeyecek olursam bu mektubum sizlere vasiyetim olsun. Karım Hatçe size emanet. Kızım Meryem’i okutun. Cahilliğin ne kötü bir şey olduğunu, bu mektubu yazdırabilmek için yalvarmadığım mektup yazıcı kalmayınca anladım. Kızım babası gibi cahil kalmasın.

Pek kıymetli valideciğim, şükürler olsun paraca sıkılmadım tütün içmediğim sebeple; çocuklara da tütün içirmeyin. Bir iki ay daha param yeter. Meram etmeyiniz. Allah’a emanet olunuz. Ocak 1916. Oğlunuz İbrahim Çavuş. Adresim: 6. Hatem Nizamiye’dir. Birinci Tabur’un İkinci Bölüğünden birinci takımın birinci mangasında diyerek yazınız.

Burdur vilayeti Bucak kazası Kuşbaba Karyesi’nden Osmanoğlu İbrahim Çavuş”

Bu mektubu bana gönderen öğretmen arkadaşım Hasan Konu, Osmanoğlu İbrahim Çavuş’un Çanakkale’den sonraki öyküsünü köyün yaşlılarından dinlemişti. Yıllar süren esaret hayatından döndükten sonra İbrahim Çavuş başından geçenleri köylülerine şöyle anlatmıştı:

“Düşman Çanakkale’den kaçıp gittikten sonra komutanlarımız bizi İngilizlerle savaştığımız Filistin Cephesi’ne götürdüler. Bir düşman bombası ile yaralandım Gazze siperlerinde. Düşmana esir düşmüşüm. Alıp götürdüler beni Kahire’deki askeri hastanelerine. Yaralarım iyileşince bir çok Türk esirini kapattıkları gibi beni de çölün ortasındaki İskenderiye Seyd-i Beşir esir kampına kapattılar. Burasının yalnızca geceleri benziyordu köyümün gecelerine. Memleketten ne haber alabiliyor, ne de haber salabiliyordum. Gündüzleri cehennem sıcaklarını, geceleri Sibirya soğuklarını yaşıyorduk tahta barakaların içinde. Kızım, karım ve yakınlarımın hasreti tütüyordu gözlerimde. Başlarına ne geldi diye merak içindeydim. Yılların nasıl geçtiğini anlayamadım. Bir gün çok hastalanmıştım. Alıp götürmüşler beni hastanelerine. İngiliz doktorlar: “Bu Türk artık askerlik yapamaz. Bırakalım gitsin memleketine” dediler. Esir kampının dışında kaldım yapayalnız, yaban ellerinde. Ne okumam var, ne yazmam. Ne yol bilirim, ne iz. Ne param var ne pulum. Hasretinden yanıp tutuştuğum kızım ve karıma ulaşmak için can atıyordum. Yoldan geçen Mısırlılara sordum:

“Memleketime, Türkiye’ye gideceğim, nasıl gidilir kardeş?” deyince,

– “Aha bu yolu takip et, seni limana çıkarır. Anadolu’ya yük götüren gemiler var, seni götürür” dediler. Antalya’ya giden bir yük gemisi buldum limanda. “Param yok ama çalışırım istediğiniz gibi, ne olur beni götürün Türkiye’ye” diye yalvardım. Aldılar beni gemilerine, günler sonra ulaştım yurduma, Antalya’ya. Evlat hasreti her şeyi unutturuyordu. Hasta, yorgun ayaklarım bir an evvel kavuşabilmek için aileme, Toros Dağları’nı aştı, indim Bucak Ovası’na. Ağustos sıcağında kan ter içinde kalmışım. Bir kız çocuğu çıktı yoluma, bir elinde bir tutam yufka, bir elinde bir tas su ile.

– “Asker amca, annem gönderdi bunları, acıkmışsındır, susamışsındır” diye. Unutturmuştu kızım Meryem’in hasreti açlığı da susuzluğu da. Köyümüz yakınında bir çocukla karşılaşmıştım. Haber alacaktım onlar hakkında. Sordum:

– “Kızım adın ne senin?”

– “Meryem’dir asker amca”

– Hangi köydensin sen?

– “Aha minaresi görünen Kuşbaba Köyü’ndenim asker amca”

– “Babana kim derler senin orada?”

– “Babam harpte şehit olmuş asker amca, ona Osmanoğlu İbram Çavuş derlermiş”

İşte o zaman anladım, yılların ne de çabuk geçtiğini, minnacık bıraktığı kızım Meryem’in kocaman olduğunu görünce. Dayanamadım, tutamadım kendimi, hasretle:

– “Kızım ben senin baban, İbram Çavuş’um” deyiverdim.

O çocukcağız ise, öldü zannettiği babası yerine uzun yıllardır hiç görmediği bir adamla karşılaşınca şaşırdı, kaldı. Fırlattı attı elindeki su tasını, bir tutam yufkayı. Tarlada orak biçen kadına doğru koşarak feryat figan bağırdı uzaktan:

– “Anacığım, bu asker amca benim babammış” diye.

Orak biçen kadının elinden düştü orağı. Dineldi bana doğru, bağırdı:

– “Ülen İbram, sen misin o?”

Kızdım içimden, nasıl tanımaz beni diye. Öfkeyle bağırdım uzaktan uzağa:

– “Tanıyamadın mı gız Hatçe beni?”

Nasıl tanısın, yirmi yaşında bir delikanlı göndermişti harbe, yedi yıl geçmişti aradan. Delikanlı İbram, olmuştu yaşlı bir adam. Beli kambur, saçı sakalı ağarmış, birbirine karışmış, üstünde dilenci kılıklı kıyafetleriyle.

– “Öp gız bubanın elini. Öldü diye haber geldi. Aha çıktı sağ salim. Allah’ımıza şükür”

Ürke ürke öptü, buban denilen asker amcasının elini. Meryem kız. Yavaş yavaş ısındı babası İbrahim Çavuş’a. İbrahim Çavuş’un öyküsü böyle bitiyordu mutlu bir sonla.

Siyah beyaz bir Türk filmi gibi bitmişti İbrahim Çavuş’un hasreti. Diğerleri, ya tanıyamamıştı memlekette bıraktıklarını, ya da memlekette bıraktıkları tanıyamamıştı eksik uzuvlarla dönen gazilerimizi.

Bugün aldığımız nefeslerimiz borçlu olduğumuz şehit ve gazilerimizi minnetle, rahmetle anıyoruz, ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Hemen Ara